Her İnsan Türcülüğe Doğar (2): “Sokak Hayvanları”

Yazının ilk bölümünde türcülük ideolojisinin hayvanlarla ilişkilerimizi nasıl belirlediğini, nasıl derinlere nüfuz ettiğini “kısırlaştırma” üzerinden tartışmaya çalıştıydım. İdeolojinin “kısırlaştırma” konusunda bu denli rahat konuşulup, bunu nasıl normalleştirdiğine dikkat çektiydim. Bu bölümde “sokak hayvanları” ile devam edeyim.

“Sokak hayvanları” diye çok sık duyduğumuz bir tabir var. “Sokak hayvanı” diye bir canlı türü yok tabii ki. Her şeyden önce doğal yaşam alanı sokak olan bir canlı türünden söz eder gibi kullanılması sorunlu. Türcülüğe dair hiçbir derdi olmayan, sokakta yaşamaya çalışan bu canlıların yok edilmesini isteyenlerin fikri ve zikri bir, ama türcülüğe karşı olanların durumu farklı. Tartışacağım da onlar. Bu tabirin neyi gösterdiğinden ziyade neyi göstermediği önemli. Sokak hayvanları, kentleşme süreci ile birlikte insan faaliyetleri sonucunda oluştu. Belli başlı iki faaliyet sonucu ortaya çıkar. 1) Hayvanların yaşam alanlarını işgal etme, 2) Sokağa atma yolu ile.

Birinci gruba, bir dönem kendi yaşam alanındayken, insan işgali sonucunda bu işgal sahasında yaşamak zorunda kalanlar giriyor. Martılar, güvercinler vd. kuşlar, sansarlar, kirpiler… Ama bu türler, “sokak hayvanı” olarak adlandırılmıyor zaten. İkinci grubun, yani kediler ve köpeklerin ise, şehirlerin, sokakların değişimi ile birlikte oluşmuş uzun bir tarihleri var.

GELENEKSEL ŞEHİR VE HAYVANLAR

Kediler ve köpekler, şehrin eski döneminde insanlarla birlikte iç içe yaşadı; insanlara sağladıkları “fayda” önemli bir varlık nedeniydi. Haliyle o devirlerde “sokak hayvanı” tabiri de kullanılmazdı. Artık örneğine pek rastlayamayacağımız şehir, bahçeli ahşap evler, bostanlar, yeşil alanlardan oluşurdu çoğunlukla. Şehrin çevresinde ise yürüme mesafesinde köyler vardı. (1)

“Eskiden, İstanbul’un ahşap evlerinde, tahtadan türlü kuş evcikleri bulunurdu . Bunlar çok defa üst katlarda görünürlerdi. Aralarında sanatkarane özellikler taşıyanlar da vardı . Bugün bu çeşit evler kalmadığı gibi, bu küçük yapılar da ortadan silinmiştir. (…) Eski Türk evleri yalnız insanların barındıkları yerler değil, büyük küçük her çeşit hayvanların da barındıkları yerlerdi. Eski İstanbul panoramasının rengi yeşile çalardı. Hemen hemen her evin bahçesinde meyve ağaçlan bulunurdu. Bugün artık bu yeşil renk ortadan kalkmıştır. Yapılar eninden çok boyuna yükselmekte, eski bahçelerin yerlerini apartmanlar almaktadır. Köşede bucakta görülen incir ağaçları, çardaklı asmalar, erikler, kayısılar, çitlenbik ağaçları da birer birer sökülmektedir. Ağaçlar böyle olduğu gibi, hayvanlar da yeni apartmanlarda barınamaz olmuşlardır. Eskiden hayvanlarla insanlar akrabalar gibi bir arada yaşarlardı. Kediler davetsiz misafirlerdi. Köpekler, hakkında hadis olduğu için eve sokulmazdı, fakat sokakta bunlara ekmek doğranır, hatta adaklar dahi adanırdı. Yarasa, sansar, gelincik ise evin en kuytu köşelerini doldururlardı. Temel yılanına dokunulmaz, görüldüğü zaman ‘Şahmelek veya Şahmaran başı için bana dokunma!’ denirdi. İyi kötü her türlü hayvanlara dostluk ve misafirperverlik gösterilir, ayrı ayrı konuklanırdı.” (Malik Aksel, İstanbul’un Ortası, yayına hazırlayan Beşir Ayvazoğlu, Kapı Yay., 2019, s. 277)

Bu canlıların sorun haline gelmesi modernleşme süreci ile başladı, nitekim, “sokak hayvanları”na dair ilk tepkiler, şehrin modern bir bölgesi Pera’da görüldüğünü söylemek mümkün. Özellikle de burada yaşayan Batılılar sokaklardaki hayvan varlığından şikayet ettiler.

Modernleşme, şehri dönüştürürken, çeperini de, köy diyebileceğimiz yerleşim yerlerini de içine alarak, büyüdü. Bağlar, bahçeler, bostanlar yerlerini apartmanlara bıraktı.

Doğan Kuban şehrin bu değişimini şöyle anlatır:

Sayfiye yerlerinde Boğazda, Çamlıca, Kısıklı, Acıbadem, Bağlarbaşı, Kızıltoprak, Feneryolu, Çiftehavuzlar, Erenköy gibi semtlerde, hattâ yeni yeni kent dokusuna katılan Teşvikiye, Nişantaşı, Şişli gibi semtlerde büyük bahçeli konak, yüksek sağır duvarlar, tümüyle Batılılaşmış mimarileriyle, gelenekle ilişkisi tümüyle kesilmiş yeni bir kent fizyonomisi yaratmışlardır. Bunlar Abdülmecid döneminden (1839-1861) başlayarak Beşiktaş’tan sırtlara doğru ya da Büyükdere yolunu izleyerek Taksim’den Şişliye doğru uzanmışlardır. Bu bölgelerde konakların apartmanlarla yer değiştirmesi ise daha çok 20. yy’ın başında yoğunlaşan bir gelişmedir. Apartmanla birlikte eski kent yapısını anımsatan bütün özellikler de ortadan kalkmıştır.” (Toplumsal Tarih Vakfı İstanbul Ansiklopedisi, 5. Cilt, s. 246.)

Şehrin bu değişimi kedi ve  köpekleri gittikçe “faydasız” hale getirdi. “Başıboş” tabiri de belki buradan geliyor. Kedi ve köpek Batı’daki gibi evlere alınmaya, “sahip”lenilmeye, ve tabii ki, terk edilmeye de başlandı. “Sokak hayvanı”, “evcil hayvan”, “Pet”, bu süreç içinde oluşmuş, adlandırmalar. Sokaktakilerin “çöp” olarak görülmeye başlanması da sürecin bir sonucu.

Değişim bütün hızıyla sürüyor, modern kent çevresini yutarak büyümeye devam ediyor. Gökdelenler ve otomobiller, kenti kapladı. Otomobiller için açılan yollar yok olan yeşil alanlar, beton “ormanı”na dönüşmüş otomobil merkezli bir kent . (3) Velhasıl, eski mahallenin sonu ile birlikte kedilerin, köpeklerin yaşayacakları yerler kalmadı.

Sokakta hayvanlar yaşasın isteyen hayvansever ya da hayvan hakları savunucuları yukarıda bahsedilen o geçmişe, geleneğe dayanmak istiyor. İyi de o geleneğin başka hiçbir unsuru ortada yok, en başta o insanlar da yok artık. Beton yığınları, otomobiller, yeşil alanları yok edilmiş bir şehir var. Diğer bütün unsurların ortadan kalkmasını görmezden gelip, sadece kedi ve köpeklerin varlığı ile bir gelenek icat etmek, ancak turizm amaçlı “kedili şehir” belgesellerinde mümkün. Tozpembe bir sokak kurgusuna belki Batılılar inanabilir, ama sokaktaki canlıları yaşatmak için varını yoğunu ortaya koyan, yaşadıkları bitmek bilmeyen dramı gören hayvanseverler inanmaz.

SOKAKLARDA BİTMEK BİLMEYEN TRAJEDİ

Eski devrin sokaklarında insanlarla birlikte yaşamış atalarından farklı olarak kedi ve köpekler terk edilerek, insanın bile yerini otomobillere bıraktığı sokaklarda üreyip yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Hal böyleyken, “hayvansız sokak istemiyoruz” diyenler ile uygar bir ülkede sokakta hayvan olmaz diyenler, yani kutupsallığın iki ucunun da, ortak bir noktada birleştiklerini söyleyebiliriz: “Sokak hayvanı”nın insan faaliyetleri sonucunda ortaya çıktığı, sokağa atılmaların sonucu oldukları!

“Sokak hayvanı” tabirini adeta onların doğal yaşam alanıymış gibi kullanmak, “faili” görünmez kılmaktır. Türcülüğün derine işlemiş etkileri dediğim bu. Söylenenlerden ziyade, söylenmeyenler o derinliği gösteriyor. Hayvanlar üzerindeki İnsan egemenliğini sorgulanamaz, doğal kabul edilen şeyler üzerinden okumak gerekiyor. Öncelikli olarak “egemenlik”in yeniden üretilmesine yol açan insan faaliyetini durdurmak için mücadele etmek gerekiyor. “Sokak Hayvanları Yalnız Değildir” gibi boş sloganlar bu zulme son vermeyecektir. “Sokak hayvanları” yalnızdır! Yalnızlıkları bizatihi mahkum edildikleri adlandırmada gizlidir.

Bu, devletin ve “idareci”lerin yüz küsur yıldır yaptığı gibi sokaktakileri öldürerek, barınaklara doldurarak, ormanlara atarak değil; tam tersine hayatta kalabilmelerinin azami koşullarını oluşturmak için verilecek bir mücadele. Sadece beslenmeleri değil, sağlık sorunlarını çözme, barınma koşullarını oluşturma, onları insan teröründen, otomobillerden koruyarak yapılacak bir mücadele ama öncelikle, bu canlılar üzerindeki insan keyfiyetini (4) ortadan kaldırma mücadelesidir.

Bu keyfiyetin sürmesini, yani üret-tüket-çöpe atı savunmak, insan türünün faaliyetlerini görmezden gelmek, bunu bir “hak” olarak görmek, türcülüktür. Üretim-“sahip”lenme döngüsü sürdükçe “çöp” olmaya devam edeceklerdir; ister “konforlu” barınaklar, ister sokaklar, isterse apartman hapisaneleri, onlar için sonuç değişmeyecektir. İnsanların illa ki, kedi ve köpek tüketeceğim diye bir lüksü olmamalı.

Sokağa atılan bu canlılar üzerinden bunları düşünürsek, kent denilen bu konforlu hapishanelerde “niye yaşadığımızı” da sorgulayabiliriz belki. Bu canlılarla birlikte yaşam gibi bir ütopya olacaksa, bu, her şeyi yutan bu modern kentlerle olmayacak. Buna karşı mücadele, hayvanlarla birlikte insan türünün de kurtuluşuna vesile olabilir belki…

Abdullah Onay

DİPNOTLAR

(*) Yazının ilk başlığı “Her İnsan Türcü Doğar”dı. Eleştiri doğru, yazının meramını anlatmıyordu. Bebek doğduğu an itibariyle, türcü ya da değil, bir faaliyet gösteremez. Gelişme evrelerinde ise içine doğduğu, aile, toplum, devlet vb. ideoloji üreten kurumlar, onu türcü yapar. Yani bir türcülük içine doğar, sonrasında ise bilinçlenme ve mücadele ise onu türcülükten kurtarabilir…

(1) “Mecidiyeköyü, adının sonunda yazılı köy niteliğine uygundu. Dut bahçeleriyle ünlü bir köydü. Bahçe içinde tek katlı evler vardı. Çayırlar vardı. Baharda papatya ve gelincik cümbüşü kaplardı her yanı.” (Burhan Arpad, Yokedilen İstanbul, Gözlemler, Belgeler, Anılar, 1983, Turing Yay. İstanbul örneğinden hareket ediyorum, ama diğer şehirlerde de benzer süreçlerden geçildi.

(2) Hayvansever ile hayvan hakları savunucusunu aynı şeyler değil, ama galiba köpekçi-kedici ya da kullanılmakta olan “hayvanseçer” daha iyi bir ifade olabilir. Sokaktaki köpeklerin toplanmasına itiraz eden bir hayvanseçerin imza kampanyasında şu ifadeler var: “Kısırlaştırılan ve aşılanmış sokak hayvanları periferde yaşayan yabani hayvanlar için bir bariyer oluşturur ve kuduz gibi birçok hastalığın eliminasyonunu sağlar. Fare ve sıçanların Avrupa’nın birçok metropolinde olduğu gibi sokaklarda gezinmesini ve hastalık yaymasını önler.” Nasıl bir kent bilgisi ki, yaban hayatı korumak için mücadele etmek gerekirken, köpeklerden “bariyer” öneriyor. Doğaya saldırı sonucu artık kentin çeperinde bile öyle bir “yaban hayat” mı kaldı, nasıl hızlı bir işgal süreci olduğunu görememek de ayrı!

(3) Sürecin nasıl hızlanarak ilerlediğine tarihine bakarak anlamak mümkün. Arpad’ın anlatttığı ‘50’li yıllar, bir de AKP iktidarı dönemine bakarsak, geleceği görebiliriz belki: “1950’lerin lstanbul şehir meclisi bağları endüstri bölgesi yaptı. ‘lstanbul’un ikinci Fatih’i salına salına girsin diye, surlar Karayolları buldozerleriyle yıktırıldı. Tören geçit resimleri için Vatan ve Millet caddeleri yapıldı. Hüseyin Rahmi, Ahmet Rasim, Mithat Cemal ve daha kimi yazarlarımızın kitaplarında sık sık rastladığımız koskoca semtler, mahalleler ve sokaklar dümdüz edilerek. Atasözleri, toplum gidişine göre geçerliliğini yitirir. ‘Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur’u, ‘Bakmazsan beton olur’ diye değiştirebiliriz.” Burhan Arpad, Yokedilen İstanbul, Gözlemler, Belgeler, Anılar, 1983, Turing Yay. İstanbul.

(4) Eve alışamadı, çocuğuma alışamadı, çocuğum yurtdışına okumaya gidiyor, alerjim çıktı vb. yüzlerce bahane ile terk etme “hayvansever”ler tarafından yapılır, ama hiçbir zaman çocuk terk edilmez, alındığında baştacı edilen hayvanlar buna maruz kalır! O kadar çok ki, kedisini köpeğini terk eden tanıdıklarım…

1950’li yıllar Dolmabahçe

2 Comments

  1. Türcülüğün ayıbı yok. Hayvan ikinci planda bile değil; sadece eksiklerini (evine bereket ve huzur; sağlığına ilaç gibi gorme; yalnızlığına terapi; çocuğuna arkadas) yeni yeni faydalar üretilip öyle alınırlar sahiplenilirler. Sonra da yeni bahaneler basından defetmek için bulunur.

    Liked by 1 kişi

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.