Batılılaş(ama)manın Aynası “Sokak Köpekleri”

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş, sokak köpeklerine dair açıklamasıyla, ülkenin 200 küsur yıllık Batılılaşma/Batılılaşama macerasını bir kez daha ortaya koydu.

Sakallı Celal’in “Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak Batı’ya gittiklerini sanırlar” diye tarif ettiği bu maceraya, köpekler yüzyılı aşkın süredir bedelini canları ile ödeyerek ayna tutmaktalar.

Milliyetçi/ulusalcı muhafazakar Belediye Başkanı, “Avrupa’da hiçbir ülkede sokakta sahipsiz hayvan görmediğini” beyan edince, Şinasi, Abdullah Cevdet vd. gibi Batılılaşma yanlılarının 120 yıl öncesinde de aynı dertten muzdarip olduklarını hatırlarsak, demek ki, bir arpa boyu yol gidememişiz demektir. (1) Yavaş türünden bir eski “idareci” Cemil Topuzlu da yüz yıl önce bu durumda şikayetçiydi, şehrin “Ortaçağ şehirlerine benzeyen acınacak tablosu”nu şöyle anlatır:

“39 sene evvelki İstanbul’u tanımayanlar, şu yazılarımı okuyunca, nasıl olup da yirminci asrın ortasında Avrupa’nın yanıbaşındaki koskocaman bir milyon nüfuslu şehirde (…) binlerce köpek ve kedilerin sokaklarında serbestçe dolaştıklarına ve buna benzer daha birçok yolsuzlukların vukua gelmekte olduğuna hayret ettiklerine şüphem yoktu.”

Topuzlu, çözümü zehirleyerek imha etmekte buluyordu. Günümüzün “idareci”leri ise barınaklarda “misafir” ederek, açlıktan birbirlerine parçalatarak yapıyorlar; değişen tek şey yöntem.

Madem manzara bu, o zaman Yavaş’a Sakallı Celal’in  -nur içinde yatsın- başka bir sözünü daha hatırlatmakta fayda var: “Tanzimat ilan ettik, olmadı. Meşrutiyet ilan ettik, olmadı. Cumhuriyet ilan ettik, olmadı. Yahu biraz da ciddiyet ilan etsek.”

Sokak köpeklerinin saldırısı sonucu bir çocuğun yaralanması gibi üzücü olayın ardından (2) bu “idareci”nin ayaküstü yaptığı açıklama suçluluk telaşı ile yapılmış olsa da, bu uzun tarihi sürecin bilinçaltını da ortaya çıkarmakta.

Milliyetçi muhafazakar zihniyet dünyası, yine yüz yıldır yaşanan kutuplaşmada Batı karşıtlığı ile kendine edindiği pozisyon, böylesi zor durumlarda şizofrenik yapısını da açığa çıkarır her zaman. (3)

Bu “idareci”ye sormak lazım, köpekleri Avrupa sokaklarında görmedin de, gördüğün şeyler oldu mu? Mesela hukuk! İttire kaktıra, orasını burasını kırparak çıkardığınız “hayvanları koruma” yasasını okudun mu? Orada hayvanları terk edenlere dair yaptırımlar var. Bugüne kadar uygulanmış bir örneğin, kesilmiş bir ceza kaydın var mı? Merdiven altı köpek üretimleri için nasıl bir işlem yaptın? Köpekleri “misafir” edeceğin barınakları gidip görüyor musun?

Batı karşısında edinilen bu tarihsel aşağılık kompleksi, “Batı’nın ilmini fennini alalım kültürünü almayalım”dan da öteye gidebilmiş değil hâlâ. Ayrıca yaşadıkları bu “kültürel şizofreni” “şanlı tarihimiz” ile övünme durumunda, eskiden bu topraklarda hayvanlara nasıl merhamet gösterildiğini de anlatmaya da dönebilir.

Elbette hayvan haklarını savunurken, Avrupa’da hayvanlara yapılanları ideal olarak gösterecek değilim, ama şunu hatırlatmak durumundayız, o “platonik aşk” yaşadıkları Avrupa’da hayvanları terk edenlere büyük para cezaları var, kayıt, kuyut var. Ama yarılmış bu zihniyet dünyası içinde ne bu “idareci”lerin ne çevrelerinin bunu görmesi zor. “Sorun” ile başa çıkamama bahanesi, “popülasyon çok artmış.” Nasıl yani? Bir başka derdiniz mülteciler gibi sınırlardan geçerek mi geliyor köpekler?

Nasıl artıyor popülasyon? Köpekler toplanıp köylerden şehirlere gelip sokakları işgal kararı mı alıyor? Kimler üretiyor, kimler “sahiplenip”, tüketip çöp yapıp sokaklara atıyor. Bunu düşünmeye başlayacak olsalar “piyasa ekonomisi”ne müdahale gibi affedilmez bir suç işleyecekleri endişesi onları ürkütür. (Nitekim Yavaş, kısırlaştırmaları da özelleştirip piyasaya devretmiş!) Selefi olan aynı düşüncedeki Mustafa Tuna, idare döneminde “idare-i maslahat”a devam etse de şunu dediydi hiç olmazsa:  

“Pet shoplarda köpek satışının yasaklanması lazım. Ayrıca bir hayvanın satışının, bir emtia gibi satışının çok doğru olmadığını düşünüyorum. İnsani değil, hayvan bir meta değil ki yani, kalem, kitap, ayakkabı değil ki. Hayvan, o da bir canlı. Onu köleleştiriyorsun. Onun öyle satılmaması lazım.”

Zaten Yavaş o yüzden “sahipsiz”liğe vurgu yapıyor. Köpekler bir mülkiyet sorunu çerçevesinde var olabilirler. Mülk sahibi de, mülküne dair istediği tasarrufta bulunabilir. Atar, satar… Eski yasayı da bu mülkiyet esası üzerine kurduydular.

Yavaş, “Gelişmiş ülkelerin hiçbirinde sokakta sahipsiz hayvan yok” derken, yine bilinçaltı onu ele veriyor, gelişmemişliği de ikrar ediyor. Nitekim, Cumhurbaşkanı da, “Avrupa’da nasıl çözüme kavuşturulduysa aynı uygulamaları hayata geçireceğiz. Sokaklarımızı güvenli hale getirmek görevimiz” derken “ilmini fennini alıp kültürünü almayacağız” geleneğini sürdürmekte. Sokak köpekleri “fenne” dair bir sorun; vicdan, etik meselesi değil, o kültürü almayacağız! Ama milliyetçi-muhafazakar zihniyet için hamaset söz konusu ise, dünyanın merkezi burasıdır, oyun kurucudur, dünyaya nizam verir. Batı karşısında kültürel şizofreninin neden olduğu aşk/nefret ilişkisi böyle sürer gider.

Yavaş, yine bu suçluluk telaşından hayvanseverleri “elini taşın altına” sokmaya çağırıyor. İnsaf, çok yerde karşılık beklemeksizin sadece elini değil, her şeyini taşın altına sokmuş çok hayvansever var, bu atık haline getirilmiş hayvanları yaşatabilmek için. Çözemedikleri “sorun”un suçlusu olarak hayvanseverleri hedef gösterme kurnazlığı.

Evet burada üreticiler kadar, sorunun kaynağı bir “hayvansever” kitle var, “sahiplenip” sokaklara, barınaklara, ormanlara atanlar! Ama onlara da işlem yaptınız mı sorusunun cevabı yok.

İnsanın aklına şu da geliyor: Yavaş bu katılımcı yerel yönetimi başta ihaleler olmak üzere her alanda uygulamaya kalksa keşke, halk kentin her tür sorununda elini “taşın altına soksa”!

Yüzyıldır süregelen siyasi kutuplaşmanın her iki tarafının da aralarındaki birçok ortak noktadan biri Batı karşısında duydukları aşağılık kompleksidir. Son dönemde git gide yakınlaştıklarını da düşünürsek, böyle suni bir kutuplaşma yerine sahici bir kutuplaşma da yaşayabiliriz belki. “Bencil hesapçılığın buz gibi soğuk suyunda”  debelenen kesime karşı, insana inanılmaz bağımlılığın bedelini, hep katliamlar, tür kırımları vb. ile ödemiş olan bu canlıların da en az bizler kadar yaşam hakkı olduğunu savunan, çıkardan başka savunacak değerleri olanlar arasında bir kutuplaşma yaşanabilir. Şayet olursa toplumun rehabilitasyonu şansı da doğabilir. Hayvanlara olan borçlarımız çok birikmiş olsa da, bu tarihsel maceranın yol açtığı kültürel şizofreniyi sonlandırabilirsek şayet, bunu da köpeklere minnet duyarak, başlarını okşayarak, bunca yıl yaptıklarımızdan ötürü özür dileyek öderiz belki.

Abdullah Onay

(1) Abdullah Cevdet şöyle yazıyordu utancını: “Her adımda bir çukura, her üç adımda yolun ortasına serilmiş murdar, muhtazır bir köpeğe rast gelinen, her sokak başında bir ciğerci sırığı başa çarpılan, bütün bir mahalle köpeklerinin hep bir ağızdan havlamalarıyla yahut ulumalarıyla birkaç defa uykudan sıçrayarak uyanmaksızın hiçbir gece fasılasız, asude bir uyku uyumak mümkün olmayan bir memleketin sakinleri kendilerini mütemeddin milletlerin huzur-ı uhuvvetine nasıl ve ne yüzle çıkarabilir?”

(2) Üzüntü içerisindeki ailenin tepkisini anlamak lazım, ama bu olaydan nemalanmaya çalışan bir yığın Havritacının olayı istismar etmesi alçaklığın seviyesinin olmadığını gösteriyor. Umarız çocuk iyileşir, aile de gerçek sorumlular, yani idareciler hakkında dava açar.

(3) Shayegan, bu süreci ve iki kutbunu çok iyi anlatır: “Yamalama, iki karşıt yönde olabilir, ama sonuçlar hemen hemen aynıdır. Ya eski bir içerik üzerine yeni (modem) bir söylemi yamalar, ya da yeni bir zemin üzerine eski (geleneksel) bir söylem oturtur. İlk durumda Batılılaşma’yla karşı karşıyayızdır (modernliğin Batı’yla ilişkili olmasından ötürü), ikinci durumdaysa İslamileşme’yle -bizi asıl ilgilendiren bu durumdur. Bu iki işlem karşıt gibi görünürler, fakat çözüldükleri noktada birbirlerine benzerler; ikisi de aynı olguya yol açarlar: Çarpıklık. Peki neden? Çünkü, üzerine yeni veya eski söylem yamalanan ‘zemin’ ne odur, ne de öteki; melezdir, yani ikisinin karışımıdır ve daha o anda bir kırılma ve parazit alanı yaratır. İki durumda da sakatlanmış bir bakışla karşı karşıyayızdır, tıpkı biçimleri bozan bir ayna karşısında olduğu gibi, görüntü çarpık ve bozuktur. Yapılan yamanın doğası ister laik, ister dinsel olsun pek önemli değildir, sonuç hep ikisinin-arası olur. Ya söylem, üzerine yamandığı zeminden ‘ileride’ olacaktır, ya da ‘gecikmiş’ olacaktır, ama hiçbir zaman gerçekliğe uygun olmayacaktır, hele bu gerçekliğin de aynı ölçüde sakatlanmış olduğu hesaba katılırsa: Gerçeklik, ne modernlerin onun hakkında yürüttükleri fikirlere uyacaktır, ne de gelenekçilerin kafasındaki görüntüye. Uyum eksikliği iki durumda da kendini hissettirecektir.” (Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç, çev. Haldun Bayrı, Metis Yay., 1991.)

2 Comments

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.