At Olmak Talihi

Edebiyatın da merkezinde elbette insan vardır. Hangi dönem olursa olsun edebiyattaki ana tema insan-insan ilişkileridir. Ancak edebiyat tarihine başka bir açıdan bakacak olursak, hayvanların eserlerin azımsanmayacak bir kısmında öyle ya da böyle yer aldığını söylemek mümkün. Az da olsa roman ya da öykülerin karakterlerinden biridir, hatta kahramanıdır.

Hayvanlar insanların hayatlarında yer aldıkları kadar edebiyatta da yer alırlar diyebiliriz belki. Şayet eser hayvanlarla iç içe geçmiş bir hayatın var olduğu köylerde geçiyorsa hayvanlara daha sık rastlayabiliriz. Kent hayatında ise, evlerde yaşayan hayvanlar eserlerde zaman zaman boy gösterirler. Tabii eserlerdeki yemek tasvirlerinde yer alan hayvan cesetlerini de unutmamak lazım. Kimi zaman anlatıcının merhametine mazhar olup mağduriyetlerine dikkat çekildiği gibi, (Pirandello örneğinde olduğu gibi) uğradıkları şiddet ve sömürünün “normal”leştirilerek sunulması da gayet yaygındır.

Luigi Pirandello, (1867-1936) İtalyan edebiyatının tanınmış isimlerinden. Eserlerinde hayvanlara karşı bir duyarlılığının olduğunu söylemek mümkün. Aşağıda okuyacağınız öykü de böyle. Yıllarca çalıştırılıp sonra sokağa bırakılan bir atın öyküsü. Eğer sahibi yoksa, çalıştırılmıyorsa, insan-merkezci kent hayatında ona yer yoktur. At başına geleni anlayamaz, ama yazar empati yaparak onu anlamaya çalışabilir: “Kimse düşünmüyor ki bir hayvan, kendi bakımından, meseleyi bir başka açıdan, herhalde daha basit bir şekilde, görebilir. Ama bunu anlayan nerede?”

Pirandello, atın bir gelecek düşüncesinin olmamasını ise şans olarak görür. Modern insanın her daim yaşadığı gelecek kaygısını düşününce, hayvanlarda bu kaygının yokluğunu şans olarak görebiliriz. Öykünün iki savaş arası gelecek kaygılarının yoğunluğu içerisinde yazıldığını düşünürsek, insanın üstünlüğünden ziyade, şanssızlığı olarak değerlendiriyor olabilir yazar.

Bu dokunaklı öyküyü okurken tarih boyunca hayvanlara yaptıklarımızı, onlarla kurduğumuz hiyerarşi ve sömürü ilişkisini tekrar tekrar düşünmeye devam edeceğiz.

“Hayvanlar ve Haklarına Dair Bibliyografya”da yer alan eserlerden örneklere yer vermeye devam edeceğim. (https://hayvanlarinaynasinda.wordpress.com/2017/04/24/hayvanlar-ve-haklarina-dair-bir-turkce-bibliyografya-denemesi/)

Orta yerinde kuyusu olan, döşeme taşları kırık dökük, aşağıya doğru meyil yaparak inen bir avlu. Ahır, hemen oracıkta, kapalı duran kapının arkasındadır.

Delik deşik bir kapı. Bir vakitler yeşilmiş. Şimdi renksiz gibi bir şey. Ev de pek harap. Badanası sarı imiş ama solmuş. Bu haliyle kasabanın en köhne, en bakımsız binası denebilir.

Bu sabah şafakla beraber paslı iri bir zincirle kapıyı dışardan kapadılar. Ahırdaki atı da dışarıya çıkarmışlar ve kim bilir ne maksatla, başlığını bile takmadan, dizginsiz, semersiz, yem torbasız orada bırakmışlar.

At, hemen hiç kıpırdamadan, birkaç saattir orada sabırla durmaktadır. Kapalı kapının arkasından oracıktaki ahırının kokusunu, avlunun kokusunu alıyor. İnsana öyle geliyor ki açılmış burun delikleriyle bu kokuyu ciğerlerine çekiyor ve arada sırada göğüs geçiriyor.

O içini çektiği her defasında, eski bir semer yarası bulunan sırtının derisi asabi bir kasılma ile garip bir şekilde ürpermekte.

Başını ve vücudunu böylece çıplak görünce, senelerin onu ne hale getirdiğini anlamak mümkün: Yukarıya kaldırdığı zaman başında elan asil fakat mahzun bir hal var; hele o vücut içler acısı: sırtı düğme düğme; kaburgalar ileriye doğru fırlamış; bel kemikleri sivrilmiş; fakat yelesi gene de gür, hafifçe seyrelmiş olan kuyruğu gene de uzun.

Bir at ki, doğrusunu söylemek lazımsa, artık bir işe yarar tarafı kalmamış.

Orada, kapının önünde ne bekliyor?

Sahibinin pılısını, pırtısını alıp başka bir memlekete hicret ettiğini bilen ve atı gören yolcular; bu haliyle yüzüstü bırakılmış bir hayvana benzese de, sahibinin birini gönderip onu aldıracağını düşünüyorlar.

Yolcuların bir kısmı durup bakıyorlar. Sahibinin gitmezden evvel onu evvela az bir paraya satmak, sonra da hediye etmek suretiyle başından atmak için başvurmadık çare bırakmadığını söyleyenler de var. Hatta kendisine de vermek istemiş. Hediye şeklinde de olsa kabul eden olmamış. Kendisi de almak istememiş.

Yem yemese iyi hoş ama bir hayvan yem yemeden durmaz ki! Açık konuşalım, o ihtiyar ve zayıf haliyle göreceği iş, yiyeceği ot veya samana edilecek masrafa değer mi? Atı olup bir işte kullanmamak herhalde can sıkıcı bir şey olmalı. Birçokları başlarından atmak için öldürmek gibi kötü bir çareye müracaat ediyorlar.

Bir tüfek kurşunu pahalı bir şey değildir. Ama herkesin yüreği böyle bir şeye dayanmaz. Sokak ortasında bırakıvermekle daha merhametsiz davranılmadığı da sorulmaya değer Onu boş ve metruk bir evin kapalı kapısı önünde görmek şüphesiz ki içler acısı bir manzara teşkil etmektedir. Zavallı hayvan! İnsanın neredeyse nafile yere orada beklememesini bir kulağına söyleyeceği geliyor.

Ne olurdu tutup çekmek için hiç olmazsa boynundaki ipi almasalardı. Onu da almışlar. Öyle anlaşılıyor ki sahibi koşum takımlarını satacak bir alıcı bulmuştu: çünkü koşum takımları işe yarar. Ata bir talip de çıksaydı ihtimal o da koşumlarını sattıktan sonra atı bir sokak ortasında gene çırılçıplak bırakacaktı.

Aman, sineklere dikkat edin! Bu felaket anında sineklerin onu terk ettikleri doğrusu söylenemez! İğneleriyle canını fazla yaktıkça kovmak için biçare hayvan yaptığı o tek hareketi de kuyruğu ile yapabiliyor. Şimdi kolayca emdirecek o kadar çok kanı kalmadığı için, sinekler canını sık sık acıtıyorlar. Nihayet ayakta dikilmekten yoruldu. Başı hâlâ kapıdan tarafa dönük olarak bin müşkülatla dinlenmek için yere diz çöküyor. Serbest olduğunu mümkün değil düşünemiyor. Fakat bir at, tam manasiyle serbest de olsa, serbest olmanın ne demek olduğunu düşünebilir mi ? Serbesttir, serbestlikten istifade eder ama serbest olduğunu bilmez. Serbestliğini elinden aldınız mı, insiyaki olarak ilkin isyan eder, ayak direr; sonra alışır, tevekkülle buna boyun eğer.

Belki de bu at, bir ahırda doğduğu için, şimdiye kadar serbest de olmamıştır. Taylığında, çayırlarda, kırlarda yayıldığı zaman ihtimal serbestti. Ama, tahtaperde ile kuşatılmış çayırlarda yayıldığı için, bu da tam bir serbestlik değildi. Çayırlarda bulunmuş olduğunu farz etsek bile geçmişten hatırında ne kalabilir ki? Yerde yatıyor. Nihayet açlık dürtüklüyor. Bu sefer daha güçlükle ayağa kalkıyor. Bu kadar zamandır bekledikten sonra, o kapıdan artık ümidini kesmiş olacak ki, başını kasabanın yoluna doğru çevirerek beri taraflara bakıyor, kişniyor. Bir ayağı ile yeri eşeliyor. Başka bir şey beceremiyor. Fakat bundan da bir netice çıkmayacağını anlamış olmalı, çünkü az sonra pufluyor, başını sallıyor; sonra, kararsız bir halde ileriye doğru bir iki adım atıyor.

Atın hareketlerini takip eden işsiz güruhunun sayısı şimdi iyiden iyiye artmıştır. Köylerde bile, ekili arazi, bir atın başı boş dolaşmasına müsaade edilmez. Nerede kaldı ki çoluk çocuk bulunan meskun bir yerde böyle bir şeye cevaz görülsün.

At, köpek değil ki sahipsiz de yaşıyabilsin ve sokaklarda dolaştığı takdirde kimse aldırış etmesin. At attır. Bunu kendisi bilmese de görenler bilir. Köpeğin cüssesine nazaran çok daha iri olan cüssesiyle yolu tıkar. Atın vücudu öyle bir vücuttur ki, insana tam bir emniyet telkin etmekten uzaktır ve -ne bileyim- göz açıp kapayıncaya kadar ve en umulmadık bir zamanda, ürküp kendisini bir yana atacağı için, herkes haklı olarak attan korkar. Üstelik, vakit vakit kanlı akını gösterdiği vahşi bir çift gözü de var. Bu gözler, bir hiçten ürkebilen, hiç eksilmeyen bir heyecanla çırpınan, kimsenin manasını anlıyamadığı birtakım parlayışlarla bir hayatı ayna gibi aksettiren gözlerdir.

Haksızlık olsun diye değil. Bu gözler, af veya merhamet dilenen, hatta yalan söylemesini de mükemmelen beceren, biz insanların riyamızdan hiçbir şey öğrenmeye ihtiyacı olmayan ve bakışları tıpı tıpına insan gözüne benzeyen köpeğin gözleri değildir.

Atın gözlerinde her şeyi görmek mümkün, ama hiçbir şey anlamak mümkün değildir. Vakaa bir deri, bir kemik olan bu at, kimse için bir tehlike teşkil edeceğe benzemiyor.

Böyle de olsa, ne diye başımıza belayı satın alalım? Varsın istediği yere gitsin. Kime zarar verirse hayvanı o kovsun, uzaklaştırsın. Veyahut da bu işi zabıta memurları düşünsünler.

Çocuklar, sakın taş atayım demeyin. Görmüyor musunuz, koşumlarını almışlar. Bağsız, başı boş bir hayvanı ürkütüp kaçırırsanız sonra kim önüne geçebilir ?

Daha iyisi uslu durun da bakalım nereye gidecek. İşte, evvela el makinesinde açtığı yufkaları sehpalara gerili iplere sererek açıkta kurutan yufkacının yanına sokuluyor. Amanın, az daha yaklaşacak olursa sehpalar devrilecek. Fakat yufkacı tam vaktinde yetişiyor hayvanı önleyerek uzaklaştırıyor.

Bu da kimin atı böyle ? Mahalle çocukları artık kendilerini tutamıyorlar, gülüşe bağrışa, peşisıra koşuyorlar.

– Kaçmış mı ?

– Hayır, kaçmamış: sokağa atmışlar.

– O da ne demek oluyor?

– Basbayağı atmışlar işte. Sahibi atmış.

Başı boş bırakmış.

– Demek öyle ha ? Desene bir at ki kasabanın sokaklarında tek başına piyasaya çıkmış?

Bir insanın deli olup olmadığını anlamak isteyenler bulunabilir. Fakat bir at hakkında ne öğrenmek istenebilir ki ? Atın bildiği bir tek şey varsa, o da karnının aç olduğudur. Şimdi de kalkmış, sebzecinin önünde duran bir sürü küfe arasında içinde güzelim yeşil salata bulunan birine ağzını uzatıyor.

Tabii oradan da şiddetle kovuluyor. Zaten dayağa alıştık. Sebzeleri yemesine müsaade etseler, dayak umurunda bile olmayacak. Fakat müsaade etmiyorlar. Dayaktan korkmadığını göstermekte o ne kadar inat ederse, berikiler de salata küfesine yanaştırmamakta o kadar inat ediyorlar. İnadı gülünç bir şey.

Müşteriler alsınlar diye salataları oraya koyduklarını anlamak da o kadar güç bir şey midir ? Bundan daha hasit bir şey tasavvur edilemez. At bunu anlamadığı için de kahkahadan kırılıyorlar.

Hayvan! Yiyecek bir saman çöpü bulamazken gelmiş, gelmiş de salatalara musallat olmuş.

Kimse düşünmüyor ki bir hayvan, kendi bakımından, meseleyi bir başka açıdan, herhalde daha basit bir şekilde, görebilir. Ama bunu anlayan nerede?

At, bütün mahalle çocuklarını peşine takmış, çekilip gidiyor. Atın, gık demeden sopa yiyebileceğine ispatiyle şahit olduktan sonra, yumurcakları kim durdurabilir ? Etrafında bir gürültüdür, bir patırdıdır gidiyor. O kadar ki at nihayet sersemlemiş bir halde duruyor, sanki bu hale bir son vermek ister gibi oluyor. Yaşlı bir adam, atlarla şaka edilmeyeceğini çocuklara ihtar ediyor :

– Baksanıza, nasıl durdu ?

İhtiyar, atı yatıştırmak, sindirmek için bir elini uzatıyor. Fakat at, kulaklarını dikiyor, yana doğru sıçrayıveriyor. Böyle bir şeyi beklemeyen ihtiyar, evvela şaşırıyor, sonra da hayvanın o hareketini az evvelki ihtarının ne kadar yerinde bir ihtar olduğuna delil sayıyor. Diyor ki :

– Gördünüz mü ?

Bunun tesiri bir dakika sürüyor, sürmüyor. Yumurcaklar uzaktan hayvanı takip ediyorlar. Nereye gidiyor? Burnunun doğrusuna gidiyor. Başka dükkanlara yaklaşmaya cesaret edemiyor ve bir tepede kurulmuş olan kasabanın caddesini bir baştan bir başa katediyor. Uzunca bir mesafe boyunca evsiz olan caddenin aşağıya meyillenmeye başladığı noktaya gelince, mütereddit bir halde, duraklıyor. Nereye gideceğini kestiremediği anlaşılıyor. Yolun o kesiminde hafif bir rüzgar esintisi oluyor. At, içmek istercesine, başını kaldırıyor, gözlerini kapıyor, ihtimal kırlardan gelen uzak ot kokularını hissetmiş olacak. Gözleri yarı kapalı ve sert alnındaki perçemleri hafifçe rüzgarla titreşerek , orada uzun müddet duruyor.

Sakın merhamete kalkışmayalım. O atın da, öteki atlar gibi, at olmak talihine mazhar olduğunu unutmayalım.

Nihayet bakmaktan usanarak çekilip giden mahalle çocuklarının yerine, şimdi daha kalabalık bir çocuk alayı gülüşe oynaşa peşine takılıyor. Akşam üzeri, açlıktan gözleri dönmüş, sabrı tükenmiş ve garip bir surette heyecanlanmış bir halde işte, başı yukarda, nereden çıka geldiği bilinmiyen bir yabancı gibi, kasabanın ana caddesinde arzı endam ediyor ve bir ayağı ile sert kaldırımları eşeleyerek orada dikiliyor.

Sanki: Derhal buraya, buraya, buraya yemek getirilmesini emrediyorum demek ister gibi bir hali var. Bir emre benzeyen o hareketi üzerine ıslıklar, alkışlar, gülüşmeler ve bağrışmalar ayyuka yükseliyor. Halk, kahvelerden, dükkanlardan dışarıya uğruyor. Herkes atın nenin nesi olduğunu anlamak, öğrenmek istiyor. Kaçmış mı ?

– Hayır, kaçmamış – Sahibi bırakmış.

– Nihayet gürültü patırdı arasında iki polis ilerliyor; biri atı yelesinden yakalayarak alıp götürüyor; öteki de çocukları geri püskürterek peşinden gitmelerine mani oluyor. Son evleri ve fabrikaları geride bırakarak köprünün öbür tarafına geçiyorlar. Polis, atı meskun yerlerin dışına götürüyor ama o hiçbir şeyin farkında olmamıştır. Farkında olduğu bir tek şey vardır: O da, köprünün ötesinde, köylere açılan yol boyunca, bu sefer burnuna yakından gelen otların kokusudur. İnsanların eline düşmekle başına gelebilecek bir sürü felaketler arasında at hiç olmazsa daima ve daima hiçbir şey düşünmemek talihine mazhar olmaktadır. Hatta serbest olduğunu bile düşünmez. Akibetinin ne olacağını, nerede can vereceğini de düşünmez. Girdiği yerlerden kovulacak mı imiş? Paramparça olacağı bir çukura mı yuvarlayacaklarmış? Düşünmez.

Şimdi yol kenarındaki otları yiyor. Ilık bir akşam. Gökyüzü yıldızlı. Yarın ne olacağını kimse bilmez. At ne olacağını düşünmüyor.

(1935)

Luigi Pirandello

Seçme Hikayeler II, çev. Feridun Timur, MEB Yay., 1950.

1 Comments

  1. Çok acı bir şey hayvanlara yapılanlar. İnsan için büyük ve yüce duyguları beklemek de ne kadar doğru onu da bilmiyorum. Yazı nefesimi elimi ayağımı kesti insan hayvan ilişkisini doğru bir yere oturtamıyorum.

    Liked by 1 kişi

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.